29 Eylül 2010 Çarşamba

Nükleer İmza - 3

Enerji meselesi, bir ülkenin enerji stratejileri ve yapısı göz önüne alındığında sadece ekonomik değil aynı zamanda sosyal, çevresel ve diplomatik bir meseledir. İnsan haklarından istihdam yapısına, doğa korumadan ulusal güvenliğe kadar pek çok alana da nüfuz eder. Enerji sistemi, bu tartışmaların hepsi boyutlandırılmadan dönüştürülemez.

Enerjisinin % 78′ini dışarıdan ithal eden, işsizlik oranı çift hanelerin altına düşmeyen bir ülke için ve tüketiciye yönelik demokrasinin gelişmesi için teknik bir tercihin ne kadar önemli olduğu umarım anlaşılabiliyordur. Bunu bir örnekle destekleyelim. Yeni nükleer santral yapmama kararı alıp yenilenebilir enerjiler için esaslı bir teşvik mekanizması geliştiren İspanya’da sadece 2008 yılında 120 bin kişi istihdam edildi. 2009 yılına gelindiğinde yenilenebilir enerjilere yönelik genel kanının aksine İspanya, elektriğinin yarısından fazlasını yenilenebilir enerjilerden karşılayabiliyordu.

Türkiye ve Rusya arasında yapılan nükleer santral anlaşmasına gelirsek, anlaşmanın nükleer elektrik lehine açıkça haksız rekabet oluşturduğunu görebiliriz. Öyle ki, her bir reaktörden üretilen elektrik, kamu şirketi TETAŞ tarafından 15 yıl boyunca şu anda toptan elektrik piyasası rakamlarının çok üzerinde bir fiyattan satın alınacak ve tüketiciler bu elektriği tüketmek zorunda kalacak. Bu, açıkça elektrik fiyatlarının daha da yükselmesi anlamına geliyor. Kısacası hükümet aslında elektrik fiyatlarının düşmesini değil yükselmesini planlıyor. Herhangi bir konvansiyonel enerji üretimine böylesi bir doğrudan teşvik vermek Avrupa Birliği düzenlemelerine tamamen aykırıdır. Zaten, hiçbir ihale yapmadan nükleer santral hakkını Ruslara devretmek de AB standartlarında haksız rekabet anlamına gelmektedir. Kısacası hükümet, AB ilerleme raporlarına olumsuz olarak geçecek bir anlaşmayı bile bile bugün Meclis’ten geçirmek için adımlar atmaktadır.
Ancak sorunlar bunlarla bitmiyor. Belli ki, sadece “kimsenin 40 yılda yapmadığını ben yaptım” diyebilmek için açık bir acelecilik içinde olan Başbakan ve Enerji Bakanı, anlaşmaya atıkların Rusya’ya gönderilip yeniden işlenmesi için zorunluluğu olmayan bir madde koydurtmuş. Ancak Rusya’da VVER teknolojisinin atıklarını yeniden işleyecek bir santral yok. Hadi kuruldu diyelim, bu atıklar gemilerle Boğazlardan geçirilecek. Samsun-Ceyhan boru hattının meşruiyetini sağlamak için tek ağızla Boğazlardaki tanker geçişi tehlikelerini sıralayan yetkililer, konu nükleer atık taşımacılığına gelince hiç konuşmamayı tercih ediyor. Dahası, Rusya’nın bu atıkları yeniden işlemeyi fahiş fiyatlara yaptığından ve işleyemediği atıkları yeniden Türkiye’ye göndereceğinden kimse bahsetmiyor. Zaten dünyada atık meselesinin çözülemediğini çok iyi biliyoruz. Türkiye’de birdenbire çözüm varmış gibi bir hava yaratmak, bu konuda deneyim sahibi olmayan Türk halkını yanıltmak için çözümü söz oyunlarında bulmak anlamına geliyor.

Bu, yüz yıllık bir macera. Bir santralin yapımı 10 yılı buluyor. Uzatmalarıyla birlikte elektrik üretimi 60 yıl sürüyor, sonra da 40 yıllık soğuma ve söküm dönemi başlıyor. Yüz yıl boyunca Bulgaristan ve Çin’den kaliteye yönelik ciddi eleştiriler almış bir Rus teknolojisine kendimizi bağlıyoruz. 100 yıl boyunca, kaza ve radyoaktif kirlilik gibi konularda hop oturup hop kalkacağız. Bir yüz yıl boyunca, radyoaktif atık tartışacağız. Üstelik, bu maceraya bağımsız olmadığı için siyasileştirilmiş TAEK gibi bir kurumla başlıyoruz. Bu arada, rüzgâr, güneş, biyokütle, jeotermal gibi teknolojiler yeterli destek alamayacağı için başka ülkelerin teknolojileri ve atılımları gözlerimizi kamaştıracak. Önümüzdeki on yıllar boyunca da nükleer enerjiye verilen haksız teşvikler yüzünden AB ile kapışacağız.

kaynak: 1 , 2 , 3 , 4 , 5 , 6 , 7 , 8 , 9 , 10 , 11 , 12

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder